•     04 Kasım 2024

Rejimin ekonomi politiği CHP’yi “gerçek değişim”e zorluyor

“…Siyasal İslam’ın devlete büyük göçünün mukadder siyasi sonuçları karşısında CHP ne yapabilir?“

Muhalefetin zaferleriyle sonuçlanan 2019 Yerel Seçimleri hariç, daha önce sekiz kez seçim ve referandum kaybettiği halde her seferinde partisinin genel başkanı olarak kalmayı başaran Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen kasımdaki CHP Kurultayı’nda, 2023 Mayıs seçimlerinde uğradığı dokuzuncu yenilgiyi müteakiben görevinden alınması, Kılıçdaroğlu’nun siyaseten “dokuz canlı” olmasından ileri gelmiyordu.

Dokuzuncu yenilgiyi öncekilerden ayıran husus, bunun tarihsel bir yenilgi olmasıydı.

2023 Mayıs seçim sonuçlarının muhalefeti yüz yüze bıraktığı tayin edici realiteler ve artık siyasetin eskisi gibi devam edemeyecek oluşu, yenilginin “tarihsel” olarak nitelendirilmesini mümkün kılıyor.

Muhalefet partilerinin örgütsel yapılanmaları, siyaset etme tarzları, siyasi aktörler, ideolojiler, her şey, ama her şey değişmek zorunda.

CHP’de değişiklik var, değişim yok

CHP’nin Kasım 2023’teki kurultayında meydana gelen yönetim değişikliği ise bir “değişim” olarak adlandırılmayı halen hak etmiyor. Bu, adı üstünde sadece bir “değişiklik”tir; parti yönetiminde bir aktör değişikliği yaşanmıştır. Bu değişikliğin, iki-üç ay öncesine kadar kendilerinden “değişim yanlıları” olarak bahsettiren resmî ve fiili parti iktidarları tarafından Mayıs 2023 sonrasının emrettiği doğrultuda tarihsel bir değişime taşınıp taşınamayacağını görmek için beklemeye devam ediyoruz.

Yeni Genel Başkan Özgür Özel ve CHP’deki diğer güç odağı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve bu iki aktörün çevresindekilerin, “değişim”den Kılıçdaroğlu’nun gönderilmesinin ötesinde ne anladıklarını, bu sözcüğü nasıl kavramsallaştırdıklarını henüz tecrübe etmedik.

Mayıs 2023’teki seçim yenilgisinin tarihselliğinin CHP üzerinde oluşturduğu muazzam baskı, genel başkan ve yönetim değişikliği ile sonuçlanmış olabilir ama partideki yeni iktidar sahipleri, değişim ihtiyacının tarihsel baskısı omuzlarından artık kalkmış gibi siyaset yapıyorlar.

Bu arada Türkiye’nin çok değerli zamanı kaybediliyor.

CHP’nin başarı ölçüsü ne olmalıdır?

Halbuki bugün, Mayıs 2023 sonrası Türkiye’sinde siyasal İslamcı rejimin anayasal laikliği tehdit eden totaliter basıncı karşısında CHP açısından “Seçim kazanmak ve oy oranını artırmak yegâne başarı kriteri olarak kalmalı mıdır?” sorusu tartışılmayı, yerel seçimler öncesinde dahi hak ediyor.

Bu yazının konusu da bu zaten: 2023 sonrasında ana muhalefetin başarı ölçüsü ne olmalıdır?

Sadece oy oranını artırmak ve seçim kazanmak ekseninde kurgulanmış bir parti siyaseti Türkiye’nin acil ihtiyaçlarına ne ölçüde cevap verebilir?

2023 yenilgisinin ortaya çıkardığı üç durum

CHP bütünüyle seçimlere odaklanmış mevcut siyasi kültürü ve tek boyutlu siyaset anlayışıyla, 2023 seçimlerinin doğurduğu yeni meydan okumalar karşısında “demokrasi yanlısı ana muhalefet” rolünü oynama görevini yerine getiremeyecektir.

2023 seçimleri sonrasının üç yeni gerçekliği CHP’yi değişmeye mahkûm ediyor.

Birincisi, otoriter rejimin öngörülebilir bir süre için kalıcılaşmasıdır. Bu durumun Türkiye’ye vaat ettiği asla refah ve istikrar değildir. Tam tersine Türkiye, yerleşmiş keyfi yönetim ve hukuksuzluğun her türlü menfi neticesiyle, hem de bunun belki de hiç tanık olmadığımız en ağır halleriyle, bugün ve önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalacaktır.

İkinci durum, sağı ve soluyla parçalı muhalefetin 2023 yenilgisinden alıp alabileceği derslerle, Erdoğan/AKP iktidarını ilk genel seçimde yenmek için yeniden ulusal çapta ittifaklar inşa etmesinin öngörülebilir bir gelecekte imkânsız olmasa bile fevkalade zorlaşmasıdır.

Devlete göç eden siyasal İslam

Üçüncü ve önemli durum ise siyasal İslam’ın devlete göçüyle ilgili…

2010’ların başından bu yana belirginleşen tarihsel bir olgu bu. Zaten görüyorduk, biliyorduk. Lakin bu görüp bildiklerimizin 2023 seçimlerinin çok özel tarihsel bağlamında nihayet ürettiği önemli siyasi sonuçlar var.

Siyasal İslam’ın devletin içine doğru başlattığı göç hareketine kimileri 2006’da, ta en başlarında, “iç stratejik yolculuk” dedi, kimileri de sonrasında “kılcal sızma”…

2023’e gelindiğinde ise “devletin içine siyasal İslam göçü”nün tartışılması gereken güncel yönü, Erdoğan/AKP iktidarını en dezavantajlı şartlarda girdiği bir seçimde yenilgiden kurtaracak kadar büyük bir siyasi etkide bulunma potansiyeline erişmiş olmasıdır.

İktidar açısından “en dezavantajlı şartlar”dan anlaşılması gereken, AKP iktidarı altında girilen önceki tüm seçimlerden ilk kez farklı olarak, yıllardır süren ucu açık ekonomik kriz, varsayılan yoksullaşma ve işsizlik, sayıları milyonlarla telaffuz edilen Suriyeli ve Afgan kaçakların yarattığı tehdit algısı ve nihayet tüm sorunlarına rağmen muhalefetin ilk kez bir ortak cumhurbaşkanı adayı çıkarmış olmasıdır.

Devlete göçün tarihsel sonuçları

“Devletin içine siyasal İslam göçü”, Türkiye siyasal İslamcı hareketinin, tabanı, gövdesi ve kendine özgü elitiyle devletin tüm organlarına yerleştiği, bu bağlamda devleti değiştirdiği, dönüştürdüğü, her yönüyle kontrol eder hale geldiği ve nihayet devleti nicel açıdan orantısız büyüttüğü gerçeğidir.

Bu, tarihsel bir fenomendir.

Bahse konu fenomen, yaşadığımız coğrafyada Osmanlı bürokrasisinin kuruluşundan bu yana, eski imparatorluktan tevarüs ettiğimiz bu devletin maruz kaldığı en tayin edici siyasal ve kitlesel yer değiştirme hareketidir.

“Yer değiştirme” derken, bu ölçülebilir bir olgu.

Devlette daha kaç milyon kişiye yer var?

Rahmi Koç’un geçen kasımda Gazete Oksijen’de yayımlanan söyleşisinde “Devlette 5,5 milyon kişi çalışıyor. 2 milyon kişiyle bu devlet rahatlıkla döner” diyerek başlattığı tartışma, maalesef “memur sayısı fazla mı az mı?” gibi fuzuli bir eksende yürüdü.

Rahmi Koç “2 milyon kişiyle bu devlet rahatlıkla döner” derken haklıydı.

Nitekim bu devlet uzun bir süre 2 milyon kişiyle döndü.

AKP’nin iktidara geldiği 2003’te toplam kamu personeli sayısı 2 milyon 187 bindi.

Ve devlet, işte pekâlâ dönüyordu.

Kim aksini iddia edebilirdi?

Devlete göç kamu sektöründe istihdamı patlattı

“Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı”, “kamu sektörü istihdam sayıları”nı paylaşırken 2007 yılına kadar geri gidebiliyor. Bu kaynağa göre 2007 yılında kamuda kadrolu personel, sözleşmeli personel, sürekli ve geçici işçi ve geçici personel olmak üzere toplam 2 milyon 927 bin kişi çalışıyordu. Buna ve bundan sonra paylaşacağım sayılara silahlı kuvvetler mensupları dahil değil.

Ne ilginçtir ki kamu personeli sayısı 2007-2011 yılları arasında pek de değişmiyor, 2 milyon 927 binden, 3 milyon 37 bine çıkıyor. Dört yılda 110 binlik makul bir artış…

2011, dönüm noktası

2011’de Türkiye tarihsel bir dönüm noktasından geçiyor: Parlamento seçimlerinde AKP yüzde 49 oy alıyor… Her iki kişiden biri AKP’ye oy veriyor. 2010 Anayasa Referandumu sayesinde ivme kazanan Ergenekon-Balyoz tasfiye süreçleri ve AKP’nin 2011 seçimlerinden muazzam güç tahkim ederek çıkmasının ardından TSK’nın üst kademesi artık hiç direnemiyor ve 2011’deki Yüksek Askeri Şura’da istifasını vermek zorunda kalıyor…

“Kemalist yargı”dan sonra “askeri vesayet” de tarihe karışmış, devletin kapıları siyasal İslam’ın büyük göçüne artık ardına kadar açılmıştır…

Bu organize ve sistemli göç hareketinin ölçülebilir sonuçlarını özellikle kadrolu personel sayısındaki artışta gözlemliyoruz.

Devletteki kadrolu personel sayısı 2011’de 2 milyon 171 bindi…

Buna 2012’de 264 bin, 2013’te 91 bin, 2014’te 216 bin, 2015’te 81 bin ve 2016’da 99 bin kişi daha ekleniyor…

2016’da kadrolu personel sayısı artık 2 milyon 922 bin olmuştur; toplam kamu personeli sayısı da 3 milyon 604 bin…

Fethullahçıların devletten tasfiyesi

2016, siyasal göç hareketinde 2011’den sonra yeni bir dönüm noktasını işaret eder. Türkiye İslamcı hareketinin iki gücü, AKP ve Fethullahçı örgüt arasındaki iktidar kavgası adeta bir “iç savaş”a dönüşmüştür.

Fethullahçı örgütün TSK içindeki silahlı kanadı vasıtasıyla 15 Temmuz 2016’da giriştiği darbe kalkışması bastırılmış ve örgütün devlet içindeki mensuplarının tasfiyesine hız verilmiştir. Bu nedenle kadrolu personel sayısı takip eden iki yılda 100 bin civarında azalır, 2 milyon 826 bine düşer.

Diğer taraftan 2016, “mülakat” adı verilen eleme sisteminin kamuya personel alımında genel kural olarak uygulamaya konduğu yıl olması nedeniyle ve belki de en çok bu bakımdan bir dönüm noktasıdır. Mülakat sistemi, iktidardan, iktidarın ortaklarından ve kayırılan tarikatlardan referansı olmayanların, talip oldukları pozisyona ne kadar layık olurlarsa olsunlar, dışarıda bırakıldığı, modern Türkçesiyle “dıştalandığı”, siyasi ve ideolojik maksatla çalıştırılan bir enstrümandır.

Günün sonunda ise, “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı”nın Aralık 2023 tarihli verilerine göre, kamuda istihdam edilen kişi sayısı 5 milyon 175 bine yükselmiştir, bunun 3 milyon 477 bini kadrolu personeldir.

Nereden nereye, değil mi?

Her altı kişiden biri vergiden geçiniyor

20 yıl önce, 2003’te kamuda istihdam edilenler, o zaman 23,6 milyon olan çalışan nüfusun yüzde 9,2’sini oluşturuyordu.

21 yıllık Erdoğan/AKP iktidarının ardından, 2024’te istihdam edilen nüfus içinde devletten geçinenlerin payı yüzde 16,11’e yükselmiş bulunuyor (12 Şubat 2024’te açıklanan işgücü istatistiklerine göre istihdam edilen nüfus 32 milyon 113 bin). Kabaca, çalışan nüfusta her altı kişiden birinin maaşı halktan toplanan vergilerden ödeniyor.

Artan kamu personeli sayısı kadar, emeklilik ya da tasfiyeler yoluyla açılan kadrolara doldurulanlar da hesaba katılırsa devletin içine göçün muazzam boyutu daha iyi anlaşılacaktır.

Rejimin ekonomi politiği: Gizlenen başarı

Erdoğan ve AKP iktidarının 2003-23 yılları arasındaki en büyük marifeti, Türkiye için değil kendisi için yaptıklarıdır; bu, kamusal meşruiyetten yoksun bir icraat olduğu içindir ki “başarı” yerine “marifet” sözcüğünü bilhassa seçerek kullanıyorum. Yaptıklarının meşruiyetinin olmadığını kendileri de biliyor; dolayısıyla icraatlarıyla açıkça övünemiyor, gözlerden kaçırmak istiyorlar.

Rejimin en büyük marifeti, ekonomi politiğidir.

“Ekonomi politik”, siyasetin ekonomiyi nasıl etkilediğiyle alakalı bir kavram…

Ekonomi politik, tali olarak bu münasebetin tersini, yani ekonominin siyaseti nasıl şekillendirdiği hususunu da tarif eder.

Devletten geçinen siyasal İslam

Erdoğan ve AKP iktidarının ekonomi politiği, Türkiye’deki siyasal İslam toplumunun en geniş haliyle, bir bütün olarak devletten geçinir hale getirilmesine dayanır ve bu hususta fevkalade başarılı olmuşlardır.

Siyasal İslam artık devletin kendisidir

İktidar, vergi politikalarını bu amaca göre şekillendirmiştir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu gerçek, siyasal İslam’ın devleti dönüştürmesinden de öte, devlete dönüşmesidir; siyasal İslam artık “devletin kendisi”dir. Bu tarihsel halin manası, “devletin sahibi olmak”tan daha derindir.

Dolayısıyla, yeni oluşturulan bu devasa rantiye sınıfına aktarılmak üzere vergilendirme yoluyla kaynak oluşturulurken vergi yükünün hangi sınıfın ya da sınıfların üzerine bindirileceği de artık tamamen bir siyasi tercihin konusu haline gelmiştir.

Lümpen burjuvazi yaratmanın ağır bedeli

Ayrıca, “devletten geçinmek” için devletin içinde olmak, devlet tarafından istihdam edilmek şart değil…

AKP iktidarının devlette istihdam edilmeyen her düzeydeki kadroları, yönetici aileleri ve militanları, yıllara yayılan sistemli ve organize faaliyetlerinin sonucunda kendilerini yeni bir rantiye sınıfı olarak adeta yeniden yarattılar; bunlar artık devletin dışında oldukları halde devletten geçinen hayli kalabalık bir zümredirler. En irileri de iktidarın oligarklarıdır. Rantiye bir özel sektördür bu. Bu rantiye ve doğası gereği lümpen burjuvazinin oluşabilmesi ve hep zenginleşerek büyümesi için Türkiye’de rekabet ve serbest piyasa namına ne varsa zamanla işlemez kılınmıştır.

“Muhafazakâr orta sınıf” bir şehir efsanesidir

Peki, nerede “muhafazakâr orta sınıf”?

Hani “orta sınıflaşma”?

Bazı liberallerin ve sağcı mütefekkirlerin 2000’lerin başından itibaren Erdoğan iktidarı ve onu iktidara taşıyan dinamikler sayesinde vücut bulacak diye bekleye durduğu, toplumsal barış, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü ayakta tutan bir “dindar kesim payandası” olmasını umdukları “muhafazakâr orta sınıf” çıkıp gelmemiştir.

“Muhafazakâr orta sınıf”, bir şehir efsanesi olarak kalmıştır.

Çıkıp gelen, devletten geçinen devasa bir rantiye zümre ve lümpen burjuvazidir.

Rejim ekosisteminin yakıtı: Vergi rantı

Ve bunlar, yani devletin içinde ve dışında olup devletten geçinenler, hep birlikte muazzam bir “ekosistem” meydana getiriyorlar.

Siyasal İslamcı iktidar ekonomi politiğinin ürünü olan bu ekosistem “vergi rantı”nın üretimi, dolaşımı ve paylaşımı etrafında dönüyor.

“Vergi rantı” kavramını (Rant vergisiyle karıştırılmasın), vergilerin bir rant kaynağına dönüştürülmesini vurgulamak için kullanıyorum. Son amaç, kayırılanlara transfer edilecek ve paylaşılacak bir rant kaynağı yaratmak olduğuna göre adilane vergi politikalarının oluşturulmasını beklemek abestir. Bir kesimin vergi rantından kaynaklanan refahı, başka bir kesim mağdur edilip ağır vergi yükü altında ezilmeden mümkün olamaz.

“Vergi rantı”nın, “kamu yatırımları” yoluyla yeni rantiye sınıfının devletin dışında kalan kesimlerine aktarılmasında ise “21b” olarak bilinen davet ve pazarlık usulü sözde ihale yöntemi, yasal bağlamının dışında, sistemli ve yaygın biçimde istismar edilerek kullanılıyor.

Ne “Reis”in karizması, ne de muhalefetin hataları…

AKP Türkiye’sinde iktidar yanlısı seçmen, ucu açık ekonomik krizler, hayat pahalılığı, yoksulluk ve kötü yönetim gibi güçlü faktörlere rağmen muhalefeti desteklemeye bir iktidar değişikliğine yetecek nispette eğilim göstermiyor. Bu tutumun temelindeki ana neden, ne “Reis” Erdoğan’ın karizmasıdır, ne de muhalefetin vahim hatalarıdır… Türkiye’deki tüm olumsuz faktörlere rağmen iktidarı değiştirmeye yeterli bir seçmen çoğunluğunun oluşmamasının kök nedeni, rejimin kendi seçmen kitlesinin çok büyük bir bölümünü ekonomik krizlere ve kötü yönetime yeterince duyarsız hale getirmekte çok başarılı olan ekonomi politiğidir.

Ağam bizimle eğleniy…

Erdoğan ve AKP’sinin inşa ettiği, doğrudan ya da dolaylı yoldan devletten geçinen bu rantiye kesimler, benzersiz konumlarının kendilerine ekonomik krizler ve enflasyon karşısında sağlam bir güvence bahşettiğinin pekâlâ farkındadırlar; bu avantajlarını deneyimlemektedirler ve iktidar ekosisteminin bir parçası olduklarının da bilincindedirler, korunduklarının ve kayırıldıklarının farkındadırlar. İktidarın ekonomi politiği, geniş anlamda gövdesi ve tabanına, ekonomik krizler ve hayat pahalılığına karşı göreceli bir bağışıklık kazandırmıştır.

Sokak röportajlarında “Doları Kılıçdaroğlu yükseltti” diyenler aslında kendileri gibi olmayanlarla dalga geçiyorlardı, lakin bu sinizmleri cahilliklerine yoruldu.

Muhalefet yenilmek için bütün hataları yaptı

Bahse konu iktidar ekosistemi 2023 seçimlerinden sonra ortaya çıkmadı elbette; 2023’te de vardı ve siyasi sonuçlarını üretmek üzere çalışıyordu. Mamafih bunun karşısında muhalefet tarihte ilk kez güçlerini demokratikleşme ortak hedefi doğrultusunda birleştirmişti ya da birleştirmiş gibi görünüyordu. Kendi kötü yönetiminin kendi aleyhinde tayin edici siyasi sonuçlar üretmesini önlemekte başarılı olmuş bu iktidarı, ancak bir program etrafında birleşmiş ve bu sayede güven vermeyi de başarmış bir muhalefet yenebilirdi. Mamafih bu muhalefet, istisnasız bütün unsurlarıyla birlikte, hayal edebildiğimiz ve edemediğimiz bütün hataları yapmayı başararak yenildi.

Doğru bilinen her şey için gerçeklik denetimi

Kazanan ya da kaybeden hangi taraf olursa olsun, 2023 seçimleri hem iktidar hem de muhalefet açısından tarihsel sonuçlar üretecekti ve öyle de oldu.

Bir cümleyle özetlemek gerekirse; muhalefet kaybetmek için her türlü hatayı yaptığı için iktidarın yıllardır sürdürdüğü “devlete göç politikası”nın ürünü olan ekosistem, otoriter rejimin propaganda ve baskı araçlarının yoğun kullanımının katkısıyla da kusursuz çalıştı ve sonuçta iktidar seçimden güçlenmiş olarak çıktı.

Ve artık 2023 öncesi Türkiye’sine ait, doğru varsayılan birçok önermenin bir gerçeklik denetimine tâbi tutulması zarureti doğmuş bulunuyor. Bunu kısa ve doğru yoldan, popüler siyasi varsayımların geçerliliğini sorgulayarak yapabiliriz.

İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanamadı

Misal, “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder, İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” şeklindeki meşhur ve veciz siyasi deyim…

İstanbul’un Türkiye’nin her bakımdan motoru, kalbi ve öncüsü olduğu gerçeğinden hareketle, geçmişte bu devasa şehirde yaşanan siyasi değişimin kısa sürede Türkiye’nin geri kalanında da yaşanmış olduğu gerçeğinden gücünü alıyor. 1994’te böyle oldu mesela, siyasal İslam önce İstanbul’u kazandı sonra Türkiye’de merkezi iktidarın büyük ortağı oldu.

Aradan 25 yıl geçti ve siyasal İslam 2019 Yerel Seçimleri’nde İstanbul’u kaybetti; lakin 2023 genel seçimlerinde kehanet gerçekleşmedi, tam tersi oldu; İstanbul’u kaybeden iktidar Türkiye’yi de kaybetmedi, İstanbul’u kazanan muhalefet de Türkiye’yi kazanamadı.

İstanbul-Türkiye etkileşimi kopmuştur

Çünkü rejimin ekonomi-politiği İstanbul ve Türkiye arasındaki siyasi etkileşimi önemli ölçüde zayıflatmış, İstanbul’un Türkiye’nin rol modeli olması bu nedenle engellenmişti.

İstanbul ve Türkiye arasındaki etkileşim zayıflamış veya kopmuşsa, bu durum İstanbul-Türkiye dinamiğinin tersine çalışmasını da önleyebilir; velhasıl 2023’te Türkiye’de kazananın 31 Mart 2024’te, beş yıl önce kaybettiği İstanbul’u yeniden kazanması mukadder değildir.

Bazılarının iddia edebildiği gibi 31 Mart 2024’te İstanbul’u beş yıl sonra yeniden kazanacak bir muhalefet partisi adayının 2028’de yapılması öngörülen genel seçimde cumhurbaşkanlığını kazanması da mukadder değildir.

Boş tencereler Erdoğan iktidarını yıkamadı

“İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” önermesi nasıl çöktüyse, Süleyman Demirel’e atfedilen “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” iddiası da çökmüştür. Çünkü iktidar, kendi tabanının devlete göç ettirilmesi ekseninde çalışan bu ekosistemi yaratarak bazı tencereleri doldurmuş, boş tencereler karşısında yeteri kadar tencerenin dolu kalmasını temin etmiş, boş-dolu tencere dengesini kendi lehine düzenlemiştir. Başkalarının tenceresi boş iken, kendi tencerelerinin bu iktidar kaldığı sürece hep dolu kalacağına inandırılmış olanlar, bu sayede iktidar yanlısı siyasi tercihlerini değiştirmeyerek rejimin bekası açısından kilit rollerden birini oynamaktadırlar.

Rejimin ekonomi politiği, Erdoğan sonrasının güvencesi

Hal bu iken muhalefetin siyasi hesabını Erdoğan’ın varlığı ya da yokluğu üzerinden yaparak, Erdoğan’ın olmadığı bir seçimi rahatlıkla kazanabileceğini sanmaması gerekir. Bu rejim Erdoğan siyaset sahnesinden çekildiğinde kendiliğinden son bulmayacaktır; yeter ki rejimin ortakları tek ve benzersiz “racon mercii”nin artık var olmadığı bir ortamda paylaşım kavgalarına meylederek birbirlerini helak etmesinler…

Erdoğan’ın halefi kim olursa olsun Erdoğan kadar güçlü olamayacak, orası doğru; ama o halefin elinde kendi gücünü inşa etmek için önemli bir siyasi vasıta olacak: Bu yazının konusu olan ekonomi politiğin kendi liderliği altında da sürdürüleceğini vaat etmek… Hasılı kelam, Erdoğan zamanında devletten geçinenlerin, Erdoğan sonrasında da devletten geçinmeye devam edeceklerini söylemek…

Yanlış anlaşılmasın, mevcut otoriter rejime bir nevi mutlaklık atfetmiyorum; amacım, rejimi liderinin ötesinde ayakta tutan faktörün ne olduğunu sarih biçimde anlatmayı denemektir.

CHP ne için değişmelidir?

2023 seçimleri sonrasında ise ana muhalefet CHP’nin acilen cevap bulması gereken soru şudur: Rejimin ekonomi politiği ve bunun ürettiği, iktidar değişimine ket vuran ekosistem karşısında üretilecek çözüm ne olmalıdır ve buna göre ne yapılmalıdır?

2023 seçimlerinin ardından, muhalefetin darmadağın olup yeniden ciddi bir ideolojik krizin içine yuvarlanarak seçmenin güvenini büsbütün kaybettiği bir ortamda, bu sefaleti fırsat bilecek siyasal İslamcı iktidarın otoriter rejimden totalitarizme meyletmesini önlemek, şimdi artık siyasal muhalefetin acil görevi değil midir?

Ana muhalefet CHP’nin, meydanı boş bulan iktidarın totaliter rejim koşusunu durdurmak ve Türkiye’nin kusursuz bir perişanlık girdabında yitip gitmesini önlemek gibi samimi bir derdinin olduğunu varsaymak istiyorum.

Varsa böyle bir derdi CHP’nin, değişmek gibi bir önceliği de olmalıdır; çünkü bu partinin sadece seçimlerde yarışmak ve bu yolla kadrolarına siyasi kariyer kapısı açmak için örgütlenmiş mevcut haliyle, 2023 sonrası Türkiye’sinin acil ihtiyaçlarına cevap vermesi imkânsız.

Siyasi kariyer partisinden dava partisi çıkar mı?

Güncel CHP açısından ise “değişim”, eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçen kasımda koltuğundan indirmek maksadıyla -ki bu bir zorunluluktu- kullanıldıktan sonra unutulmaya terk edilen bir slogan olarak kaldı.

Oysa Kılıçdaroğlu’nun gönderilmesi ve yerel seçimlerin sath-ı maili, ikisi birlikte, “değişim”in genel başkan değişikliğini işaret eden bir slogan olmaktan kurtarılarak CHP’nin ideolojisi ve siyasetine ve bunların yanı sıra Türkiye’nin ufkuna matuf bir kavrama dönüştürülmesi bakımlarından bir başlangıcın mükemmel fırsatını sunmaktaydı.

“Değişim”in Kılıçdaroğlu ve partideki destekçilerinin tasfiye edilmesiyle sona ermediği, aksine bu sayede yeni başladığı iddiası, bir söylem düzeyinde de olsa yerel seçim sath-ı mailinin ana propaganda unsurlarından birini oluşturabilirdi.

Yerel seçimlere bir aydan biraz daha uzun bir zaman kalmışken “değişim”in kavramsallaştırılması için vakit hâlâ geç değil ama bu çaba artık 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri sonuçlarının risklerine açık durumdadır.

CHP’yi Ankara ve İstanbul’dan yönetenlerin “değişim”i kavramsallaştırmak gibi bir gündemlerinin olmamasını, siyasi önceliklerinin buna zaman ayırmaya izin vermemesiyle açıklamak mümkün değil; fikri altyapılarının da böylesi bir çabaya girişmeye elverişli olmadığını hissettiriyorlar.

Türkiye’de muhalefetin siyaseti, yerel seçimler bağlamında da 2023 sonrasının gerçeklerine uyarlanmayı beklerken, CHP’nin profesyonel siyasetçileri çantada keklik görünen belediyelerin başkan adaylıklarını elde etmek için kıyasıya ve yıpratıcı bir çekişme içine girmişlerdi. Kazanılması imkânsız ya da çok zor olan belediyelerin adaylıkları söz konusu olduğunda böylesi bir rekabet hemen hiç yaşanmadı.

Bu hazin manzaradan da anladık ki CHP’li profesyoneller, sadece seçim kazanmak için dizayn ettikleri siyaset anlayışlarının bile gerisine düşmüşlerdir. Bu yerel seçimde partilerinin yerel yönetimlerdeki iktidar alanını genişletmek için mücadele vermekten ziyade, elde kalacak olanın sahipliği için birbirleriyle mücadele etmekteydiler.

CHP totalitarizme gidişi durdurabilir mi?

2023 seçimleri sonrasındaki Türkiye’de, CHP’nin hep yapa geldiği gibi seçim kazanmak hedefi ile sınırlandırdığı geleneksel siyaset etme tarzıyla, siyasal İslamcı iktidarın otoriterlikten totaliterliğe yönelimini durdurması mümkün değildir. Çünkü Türkiye’de 2023’ten sonra, bir vasıta olarak seçimler, bu yazıda anlata geldiğim nedenlerden dolayı otoriterleşmenin önüne set çekme kapasitesini büyük ölçüde yitirmiştir.

Rekabetçi otoriter rejimin eşitsiz oyun sahasında muhalefet sadece bir kez, o da 2023’te, güçlerini ortak bir vizyon ve program etrafında birleştirerek seçim kazanma şansını yakalamıştı. Muhalefetin hemen bütün önemli aktörleri bu şansın tepilmesi için yapabilecekleri tüm hataları yaparak Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırmasına neden oldular. Muhalefetin mevcut aktörlerle düştüğü bugünkü halden kendisini kurtararak, bir sonraki genel seçimlere güçlerini birleştirmiş olarak girip giremeyeceği hakkında öngörüde bulunmak için ise henüz çok erken.

CHP’nin kaderi “rejim partisi” olmak mı?

Seçimlerin CHP için önemi elbette küçümsenemez, bu haksızlık olur; mesela yerel yönetimler CHP’nin rutin siyasi faaliyetlerinin finansmanı için ana kaynaktır; keza partinin siyaseti meslek edinmiş profesyonelleri, milletvekili, belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi seçilmeyi kariyerlerinin devamı açısından bir tür zorunluluk olarak görmektedirler.

Mamafih siyaseti seçime, seçimi de seçilmeye indirgeyen bir CHP’nin günün sonunda varacağı ve hatta bugün artık varmak üzere olduğu yer, bir düzen partisi olmanın da aşağısında, bir “rejim partisi” olmaktır. Bir muhalefet engeli ile karşılaşmayınca fıtratı gereği totalitarizme koşan muktedir siyasal İslam’ın yanında onu durdurmak istiyormuş gibi koşarken aslında ona eşlik eden ve böylece iktidara meşruiyet sağlayan bir rejim partisi…

Bugünün Türkiye’sinde otoriter rejime karşı kendiliğindenci toplumsal muhalefet, aktivizmi ve nitelikleri bakımından CHP’nin üzerinde ve önündedir.

“Değişim”, CHP’deki değişim yanlılarını arıyor

Muhalif toplumun gündelik hayatında iktidarın zulmüne karşı sergilediği direnç, CHP’nin seçim eksenli muhalefetinden daha güçlüdür. Laik toplumun gerek bireyler gerek topluluklar halinde, sistemli saldırı altındaki laikliği, mahallesinde, okulunda, iş yerinde savunmak için yaptıkları, CHP’nin bu amaçla yaptıklarından çok daha fazladır.

Ve sanki 2023’te hiçbir şey değişmemiş gibi, siyaseti seçime ve seçilmeye indirgemeye devam eden bugünkü CHP, baskı rejimine karşı kendiliğinden gelişen toplumsal muhalefeti örgütleyemez, siyasallaştıramaz.

Halbuki CHP bu toplumsal muhalefete ulaşmak, onu örgütlemek, siyasallaştırmak gibi bir tarihsel görevle karşı karşıyadır.

Rejimin totalitarizme koşusunun durdurulması, durdurulamıyorsa yavaşlatılması için mevcut toplumsal muhalefetin kendiliğindenci ve dağınık yapısından örgütlü bir direnç hattı oluşturulması, bugün artık seçim kazanmaktan, CHP’li profesyonel siyasetçilerin belediye başkanı ya da milletvekili seçilerek kariyerlerine devam etmelerinden daha önemli hale gelmiştir. Onlar yine seçilsinler; seçilmesinler demiyorum ama CHP’nin tek işi onları seçtirmek olmasın.

Uzun sözün kısası, bugünkü CHP siyasal İslam’ın cehennem koşusunu yavaşlatamaz, durduramaz.

İşte bu nedenle, istiyorsa, bunu başarması için CHP’de değişim şart.

“Değişim”, CHP’deki değişim yanlılarını arıyor.